Ali Haydar ÜZÜLMEZ
Orta Çağ karanlığı olarak bilinen inanç ve mezhep savaşlarından yeni çıkan Avrupa’da Nietzsche, “Tanrı öldü” der. Nietzsche bu tespitiyle, Hıristiyanlığın insanları uyurgezer, uyuşuk hale getirdiği dönemin kapandığını, yaratıcılığın öne çıktığı bir çağın başladığını söyler; bu düşüncesini “üst insan” kavramıyla tamamlar.
Hıristiyanlıkta olduğu gibi, komünist ve sosyalistlerde de uyuşuk, “her derde deva” bir sosyalizm anlayışı vardı: “Sosyalizm gelirse insanların tüm dertleri, sorunları biter” anlayışı. Öyle olmadığını yaşayarak gördük, görmeye de devam ediyoruz. Ancak sosyalizme olan bağlılık ve inanç, eski coşkusunu yitirse de kimi birey, grup, hareket, parti ve devletlerde devam etmektedir.
19. yüzyılda başlayan sosyalist mücadele, 20. yüzyılın başında Rusya’da hayat buldu; dünyanın üçte bir coğrafyasında pratik olarak denendi ve 1990’ların başında sistem çökerek tarihe karıştı. Bugün hâlâ var olan Çin, Vietnam, Küba ve Kuzey Kore gibi ülkelerdeki komünist yönetim uygulamalarının, özlemini duyduğumuz sosyalizm olmadığının pratiğini de yaşıyoruz.
Hayalimizdeki sosyalizmin maddi temellerini (teori ve özellikle pratiğini) sağlıklı bir şekilde oluşturamadığımız için sosyalizm düşünce olarak sönümleniyor; pratikte itibar kaybettiği de ortada.
YENİDEN “SOSYALİZMİN GEÇMİŞİ”Nİ İRDELEME
Hayatımın yarım asrı devrimci mücadelenin içinde geçti. Büyük bir siyaset ve hayat tecrübesi kazandım diyebilirim. Yaşadıklarımı yavaş yavaş da olsa kaleme almaya başladım. Sağlığım elverirse ve içimden yazma isteği gelirse, ileride anılarımı da yazmayı düşünüyorum.
Geçmişte çeşitli hareket, örgüt ve partilerde yer almış; mücadele etmiş ve hâlâ etmekte olan birçok arkadaşım ve büyüğümle düşünce alışverişi içindeyim. Yazdığım yazıları onlarla paylaşıyor, düşünce, eleştiri ve önerilerini alıyorum.
Geçenlerde değerli bir yurtsever Kürt ağabeyle karşılaştım. Hal hatırdan sonra sohbet, dünyadaki ve coğrafyamızdaki sıkıntılara geldi. Ağabey birden heyecanla “Ya sosyalizm ya barbarlık!” dedi. Ben de daha önce yazıp yayımladığım “Hangi Sosyalizmi İstiyoruz?” başlıklı yazımı hatırlayıp “Hangi sosyalizm?” dedim. Oturup çay içtik, sohbet ettik. Bu yazı fikri, işte o sohbetten doğdu.
“Ya sosyalizm ya barbarlık!” sözü Rosa Luxemburg’a aittir. Rosa, kendi döneminin koşullarını çok yerinde bir tespitle bu şekilde ifade etmiştir. Ancak yaşadığımız 100 yıllık deneyim, zorunlu olarak üç farklı sosyalist pratiği bütün çıplaklığıyla önümüze koymuştur:
Acı bir şekilde yok olan SSCB pratiği,
Bugün varlığını sürdüren Çin, Küba, Vietnam ve Kuzey Kore gibi tek partili komünist yönetimler pratiği,
Teorik olarak kitaplarda kalan ve hâlâ kimi insanların veya örgütlerin, partilerin hayalini kurduğu sosyalizm ütopyası/modeli.
Bu üç durumu, kendi yaşadığım pratikle birleştirerek “Hangi Sosyalizmi İstiyoruz?” yazımda anlatmaya çalışmıştım. Dileyen okuyucular bu yazılarımı Tigris, GAP Haber, Ruhanwes ve Ergani Haber’de bulup okuyabilir.
Benim sormak istediğim soru şu: Bugün sosyalizm, bunca olumsuz yaşanmışlığa rağmen halen insanlık için bir umut mudur?
Bana göre artık sosyalizm, insanlık için umut olmaktan çıkmıştır. Çünkü geçmişteki ve halen süregelen sosyalist modeller, insanlar için cazip olmaktan uzaktır. Giden ve var olanlar insanların sorunlarını çözmede yeterli olmadı. Şuan var olanlar da işlevlerini tamamlamış ve kapitalizmle uzlaşmaya yönelmiştir.
Yeryüzünde hâkim olan üretim şekli hâlâ kapitalist üretimdir. Kapitalist/emperyalistlerin çoğunluk üzerindeki sömürü ve baskısı devam etmektedir. Peki, emeğiyle geçinen bu çoğunluk bu durumdan nasıl kurtulabilir? Bu sorunun çözümü için önerilerin ucu açıktır; herkes kendi zaviyesinden cevap vermektedir. Örneğin bizde“ demokratik komünal toplum, demokratik toplum sosyalizmi” diyenler var. Ama bunları söyleyenlerin geçmişine ve bugününe baktığımızda hiçte demokratik olmadıklarını biliyor, görüyoruz. Ayrıca bu söylemler slogandan öte bir anlam da ifade etmiyor.
Yine kimi aydın, düşünür, yazar ve siyasetçi hâlâ “Çare sosyalizmdir” diyor. Ben de soruyorum: Hangi sosyalizm?
Konuyu tarihsel olarak kısa kırılma noktalarıyla baştan ele alalım ve bu noktaya nasıl geldiğimizi alt başlıklar hâlinde özet olarak inceleyelim:
1.RSDİP’nin Bölünmesi ve “Nasıl Bir Parti?” Tartışması
Rusya’da Şubat ve Ekim Devrimleri öncesinde RSDİP’nin önünde Marx ve Engels’in teorik tespitleri bulunuyordu. 1903’te yapılan 2. Kongre’de “parti üyeliği” ve “nasıl bir parti?” soruları etrafında tartışmalar yaşandı. Bir tarafta Lenin, diğer tarafta J. Martov ve taraftarları vardı.
Martov, partinin bir kitle partisi olmasını; üyelerin partiyle ilişkili olması gerektiğini, çoğulculuğun ve farklı fikirlerin varlığını savundu. Lenin ise partinin bir kadro partisi olması gerektiğini, profesyonel “çelik çekirdek” üyelerden oluşması ve proletaryanın devrimci tek partisi olması gerektiğini savundu.
Tartışmalar sonucunda Lenin’in görüşü galip geldi ve böylece “Proletarya Diktatörlüğü” kavramı ilk kez parti programına eklendi.( Daha önce işçi partilerinin programlarında proletarya diktatörlüğü kavramı yoktur) Parti, Lenin’in taraftarları olan Bolşevikler ve Martov’un taraftarları olan Menşevikler şeklinde bölündü. Bu ayrılık, dünya Marksist hareketinin ilk büyük bölünmesidir ve işçi sınıfı açısından etkileri bugün dahi sürmektedir. (Bkz: Marksizm ve Sovyet Pratiği)
2. Emperyalist Savaş ve Tutum Ayrılığı
Lenin, I. Dünya Savaşı’nda savaşa karşı net bir tutum aldı: “Savaşa hayır, bu savaş emperyalistlerin paylaşım savaşıdır. Kazanan emperyalistler, kaybeden ise emekçi halklardır.” Bu haklı duruşun arkasında Bolşevikler ve İngiltere İşçi Partisi durdu.
Ancak Avrupa’daki sosyal demokrat ve işçi partileri sınıfta kaldı. Bu durum, bu partilerde büyük bölünmelere yol açtı ve sonrasında komünist partiler ile Komintern kuruldu. Bu da dünya Marksist hareketinin ikinci büyük bölünmesidir. (Bkz: Marksizm ve Sovyet Pratiği)
3. “Tek Ülkede Sosyalizm” ve Komintern Dönemi
SSCB ve onu yöneten Bolşevikler Avrupa’da beklenen devrim olmayınca zor duruma düştü ve dönemin ana emperyal gücü İngiltere ile uzlaşma yoluna gitti. 16 Mart 1921’de İngiltere ile Dış Ticaret Anlaşması; aynı gün Kemalistlerle de Moskova Antlaşması yapıldı. Bu anlaşmalar, komünist hareket içinde büyük kırılma yarattı ve “Tek Ülkede Sosyalizm” tartışmalarını başlattı.
Bundan sonra KP’ler kendi ülkelerinde inisiyatiflerini yitirdi, Komintern’e bağlı birer uzantıya ( seksiyon) dönüştü. Yurtseverlik yönleri zayıfladı, ulusal bağları koptu. Bu da sosyalizmin inandırıcılığını ve komünist partilerin halk nezdindeki etkisini olumsuz etkiledi. Bu da üçüncü büyük bölünmedir. (Bkz: Marksizm ve Sovyet Pratiği)
Reel sosyalizmin temeli bu koşullarda atıldı; kurulan sosyalist ülkelerde; sağlık, eğitim, kültürel anlamda önemli bir problem yaşanmadı ama proletarya diktatörlüğü ve tek partili yönetim biçimi, parti-devlet içiceliğini ve donmayı getirdi. Liderler dokunulmaz oldu. Kamboçya’da Pol Pot’un sosyalizm adına milyonlarca insanı öldürmesi; SSCB’de Gulag kampları ve benzerleri, sosyalizm adına yapılan bu insanlık dışı uygulamalar sosyalizmi kirletti.
Öte yandan rekabet, farklı düşünce ve özgürlüklerin sınırlandırılması yaratıcılığı ve eşitliği ortadan kaldırdı. Demokratik çok partili bir sosyalist yönetim modeli uygulansaydı ya da uygulana bilseydi sosyalist ülkelerin ve sosyalizmin geleceği farkılı olabilirdi; tek parti ve diktatörlük insan ruhuna yapısına aykırıdır diye düşünüyorum. Bugün Küba, Vietnam, Kuzey Kore ve Çin’de tek parti diktatörlüğü ile yönetiliyor. İnsanlık için cazibe merkezileri olmadığı ortada; neden insanlar İran’a, Suudi Arabistan’a Çin veya Kuzey Kore’ye gitmiyor, Batıya hem de bin bir zorlukla, ölümleri göze alarak gidiyor veya gitmek istiyor. Gece gündüz sosyalizim diyen arkadaşlar bu vahim durumu acaba hiç düşünüyorlar mı?
Bu işte bir terslik yok mu?
Devam edelim, 75 yıl sonra reel sosyalist sistem, dış müdahale olmadan çöktü. Bugün var olan modeller (Çin, Küba, Vietnam, Kuzey Kore), yukarıda da belirttim benim özlemini duyduğum sosyalizm değil. İnsanlık için de cazip olmadığı ortada; geriye yalnızca, kitaplarda yazılan ve dilde söze dönüşen baskısız, sömürüsüz, savaşsız bir sosyalist dünya hayali kalıyor. Ancak “sosyalizm” diyenler de bu idealin/hayalin içini doldurmuyor veya dolduramıyor; yeni teorik tespitler ve pratikler ortaya koyamıyorlar. Kapitalizm kendi içinde evrim geçirerek tekno ekonomi aşamasına geçiyor; sosyalistlerin bir kesiminin söylem ve pratikleri halen eski anlayışta ve slogan vari söylemlerle devam ediyor.
Açık ve dürüst olmak gerekir…
Zamanla “Avrupa komünizmini” savunan ( İtalya, İspanya, Fransa komünist partileri) güçlü partiler, isim ve içerik değiştirerek sosyal demokrat partilere dönüştü. Günümüzde demokratik, çoğulcu, emeğe, özgürlüklere; inançlara saygılı ve bilime önem veren sosyal demokrat partilerin önemi her geçen gün artıyor.
Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin yeniden reforma girmesi ve kendilerini yeni dönemin koşullarına göre yenilemesi son derece önemlidir.
Türkiye’de, CHP’nin Kemalist kodlardan koparak gerçekten sosyal, çoğulcu, özgürlükçü ve demokrat bir partiye dönüşmesi yönünde bir özlem ve beklenti var. Böyle bir dönüşümün olması Türklerin, Kürtlerin ve bölge halklarının hayrınadır.
Kürdistan’da ise Kürtlerin ulusal ve özgürlük mücadelesini demokratik zeminde sürdürecek, geniş tabanlı emeğe ve inançlara saygılı bir sosyal demokrat partiye ihtiyacı olduğu açık. Biraz gerçekçi olalım Kürtlerin ne olduğu belli olmayan komünal toplum, demokratik sosyalist toplum gibi ütopik söylemlere/istemlere; komünist partiye ihtiyacı yok. Kürtlerin böyle bir talebi de yok. Kürdün derdi özgürlük; kimliğinin, dilinin, kültürünün, coğrafyasının kısaca varlığının tanınmasıdır. Aştır, iştir, demokrasi ve özgürlüktür!
Sosyalizm konusundaki düşüncelerimi “Hangi Sosyalizm?” ve “Marksizm ve Sovyet Pratiği” başlıklı yazılarımda açıkladım. Dileyenler bu yazılara başvurabilir.
Nazım Hikmet, 1958’de şöyle demişti:
“Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya dünyamıza inecek ölüm!”
Sevgili Nazım,
Değerli yoldaşım (geçmişte aynı partinin üyesi olduğumuz için bu hitap hakkını kendimde görüyorum),
Bilgi ve teknolojiyle ölü yıldızlara hayat götürebilecek noktaya geldik; ama katkımız olsa da bunu biz, sosyalistler yapmadık.
Yıkılıp giden reel sosyalist rejimler, aydınlara ve bilim insanlarına hak ettikleri önem ve değeri vermedi; hatta onlardan kurtulmak istedi ve onlara kötü, çok kötü davrandı.
Ne yazık ki bilim insanlarını koruyan ve onlara imkân sağlayanlar kapitalistler oldu.
Acıda olsa bunu bilmeni istedim!
Dünyamızda ise hâlâ baskı, şiddet, sömürü ve savaş hüküm sürüyor. Ölüm, dünyamıza hâlâ aman vermiyor…
Arayış ve mücadele ise devam ediyor.
Peki, sosyalizm öldü mü?
Hayır, henüz ölmedi ama darda diyebilirim