DALDAN DALA
Uzun bir süre yazılarıma ara verdim. İş yoğunluğundan sonra tekrar yazmaya başlamak zor. Ama bu arada yazabileceğim birçok konu/mesele de aklıma geldi zaman zaman. Ne var ki şimdi bunlar aklımdan uçmuş gibi görünüyor. En azından bazılarını yeniden hatırlarım herhalde. Onları sonraya bırakıp başka bir konuda yazacağım. Eylül ayı içinde İstanbul’a gittim. Birkaç gün gezdik. Son dört-beş sene içinde başka vesilelerle de gittim İstanbul’a. Önceden de az çok bildiğim bir yerdi İstanbul. Ben son zamanlardaki bu deneyimlerim ve son gezi dolaysıyla aklıma gelen bazı konularda daldan dala birkaç hususun altını çizeceğim.
Her Ankara’dan hızlandırılmış trene bindiğimde ulaşımla ilgili bazı meseleler üşüşüyor aklıma. Demir yollarının önceliği meselesi. Daha doğrusu Türkiye’de üç çeyrek asırdır hükümette olan sağcı partilerin karayolu ulaşımını desteklerken demiryolunu bilinçli olarak ihmal etmeleri. 2000’li yıllarda bu sona ermiş gibi görünebilir. Oysaki son çeyrek asra bir bütün olarak baktığımızda karayolları hatlarının geliştirilmesi dışında bu dönemde de yapılan hava ulaşımına öncelik vermek oldu. Demiryoluna yapılan yatırım genel içinde göreli olarak gene yetersiz düzeyde kaldı. Ülkenin kıt kaynaklarının bu şekilde harcanmasının tesadüfi olmadığı açık. 1980’li yıllarda Turgut Özal -kendilerinin tercihini niçin bu yönde olduğunu belirtmek için kontrolü kolay olduğu için demiryolunun demir-perde ülkelerine uygun olduğunu ifade ederek -kendince ‘olmayana ergi’ yöntemini kullanarak- temellendirmeye çalışmıştı. Ancak gerek o dönem ve gerekse bugün demiryollarına değil de karayollarına öncelik verilmesinin sebebi belli ki oy kaygısı ve popülizm. Nüfusları itibariyle havaalanı yapılmaması ve uçak kaldırılmaması gereken yerlere, komşu iki ille -hatta bazı hallerde üç ilin- aynı havaalanını kullanmaları daha akılcı iken marifetmiş gibi ısrarla her ile havaalanı yapılması başka türlü açıklanamaz. Oysaki çağın teknolojisine uygun demiryolları olsa hem mal ve emtia nakliyesi hem yolcu taşıma çok daha kârlı olacak. Mesafenin uzak olduğu hâllerde uçakla yolculuk yapmak makulken, kısa ve orta derece diyebileceğimiz mesafelere trenle seyahat etmek daha makul, üstelik karayollarına nispetle çok daha konforlu seyahat imkânı sunuyor.
Tabi Ankara’dan İstanbul’a gidince bu iki yeri karşılaştırmamak mümkün değil. Gebze-Halkalı arasında kesintisiz 90 km’den fazla Marmaray hattı bir yana, metro ve tramvay ara hatlarıyla her semt birleştirilmiş İstanbul’da. Buna karşın Ankara’da metro hatları henüz çok yetersiz. Hem İstanbul hem de Ankara uzun süre (2019’a kadar) iktidar partisine mensup belediye başkanları tarafından yönetildiler. Buna rağmen iki şehre eşit değil, açık ara önceliğin İstanbul’a öncelik verildiği ve ulaşım sorununu çözmeye yatırım yapıldığını anlamak zor değil.
Gerek bu gidişimde ve gerekse daha önceden İstanbul’u gezerken en çok dikkatimi çeken şeylerden biri çeşitli ‘hatt’ örnekleri. Camilerde, müzelerde hatta hazirelerde taş üstünde dahi bu sanatın örneklerini görmek, seyre dalmak benim için harika bir deneyim. Gerçi bu sanat ait örnekleri sergilerde ya da kopyaları olsa da kitap sayfalarında da görmek mümkün. Fakat İstanbul’da her yer de en ünlü hattatların orijinal eserleri ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Bugünlerde Selimiye Camii’nin kubbesindeki süsleme ve hatt örneklerinin restorasyon adı altında tahrif teşebbüsünü duymayan yoktur sanırım. Tarih bilincinden yoksun bu teşebbüs neyse ki durduruldu. Bu vesileyle “ecdadımız”, “medeniyetimiz” gibi içi boş retorik hezeyanları bir tarafa bırakıp geçmişin ve onu adeta bugün temsil eden bu vb. yadigarlara sahip çıkmak gerektiği açık. Bu da ancak öğrenmek ve bilgi-görgüye dayanan bilinç geliştirmekle mümkün.
Konuyu değiştirdik. Yeniden “hatt” sanatına döneyim. Birkaç yıl önceydi sanırım. Üsküdar tarafındaydı. Bir caminin -Sinan’ın eserlerinden biri olan Mihrimah Sultan Camii’nin karşısındaki Valide-i Cedit Camii- haziresini seyrederek, boşluklardan mezar taşlarını okumaya çalışarak geçerken birden ister istemez heyecanlandım. Çünkü okuduğum mezar taşında “Hafız Osman” yazıyordu. Hafız Osman Osmanlı tarihinin en önemli hattatlarındandır. Üstelik bildiğim kadarıyla bugün evlerimizde bulunan Kur’an nüshaları onun hattıyla basılmıştır. Heyecanım tesadüfen onun mezarını bulduğumu sanmamdandı. Ama mezar taşının devamını okuyunca onun değil aklımda kaldığı kadarıyla bir yakınına aitti.
Burada da tam gündeme getirdiğim başka bir konuya geldik. Türbeler, mezarlar mezar taşları vs.
İstanbul’a son gidişimde Galata kulesine çıktıktan sonra, sokak aralarından İstiklâl Caddesi’ne çıktık. Tesadüfen Galata Mevlevihanesi ile karşılaştık. Açıktı. Girip gezdik. Gerçi müzede çok da bir şey olduğu söylenemez. Mevlevi ayinlerinin (sema’larının) yapıldığı salonunu görmek de güzeldi. Haziresini de gezdim tabii ki. İçeride de çoğu XIX. yüzyıla ait hatt örnekleri vardı. Benim için onları görmek önemliydi, ama Mevlevihane’nin daha girişinde heyecanlanmama sebep olan bunlar değildi. Burada yattığını bildiğim Şeyh Galib’in türbesini göreceğimi düşünmemdi. Ama maalesef türbenin kapısı kapalıydı. Böyle olunca ancak dıştan görebildim, pek bir şey seçemesem de camdan baktım. Osmanlı-Türk siyaset ve kültüründe bu Mevlevihane’nin özel bir yeri vardır. Bu hususu belirtip geçeyim. Merakı olan bilgi alabileceği kaynaklara ulaşır.
Laf türbelerden açılmışken malum diziden sonra herkesin öğrendiği Süleymaniye’deki Kanunî Sultan ve Hürrem Sultan Türbesi’nden değil, Sultan Mahmud türbesinden bahsetmek de isterim. Divanyolu’nda Çemberlitaş civarındaki türbede II. Mahmud, oğulları Abdülmecid ve Abdülaziz, II. Abdülhamid gibi hükümdarların mezarları buradadır. Ancak benim için buranın önemli olmasının nedeni -maalesef padişahların bugün evliya olarak algılanmasına karşın- ne adı geçen padişahların, ne de son XIX ve XX. yüzyılda yaşamış devlet adamı ve bürokratın burada yatıyor olması. Hemşehrimiz Ziya Gökalp’in mezarının burada olması. Dört-beş önce keşfettiğimde şaşırdığım bir başka birinin de mezarı buradadır: Şeyh Bedreddin. Serez’de asılan Bedreddin’in gömüldüğü ilk yer tabii ki burası değil. 1924’te Serez mübadilleri Şeyh’in kemiklerini de beraberlerinde getirmişler. Topkapı Sarayı Müzesi’nde saklanan kemikler 1961 yılında buraya defnedilmiş. Böylece Gökalp ile mezar komşusu olmuş.
Kızım Galata kulesinden İstanbul’u izlerken kızım Karaköy’ün boğaz tarafında demirlemiş bir gemi gösterdi. İki yıldır, belki üç yıldır ordaymış. Sonra da oraya yakın bir yerde bir camiyi işaret etti. İsmini sordum. “Hatırlamıyorum” dedi, “ama ‘zafer’le ilgili bir şeydi sanırım” dedi. Ben de “öyleyse Nusretiye Camii’dir” dedim. İstiklal Caddesi’nden sonra sokak aralarından Cihangir’e yürüdük. Oradan Tophane’ye Meclis-i Mebusan Caddesi’nden Tophane-i Amire’nin yanıbaşından tramvay durağına indik. Daha inmeden durağın hizasındaki tarihi camii dikkatimi çekti. Kızıma “bu yukarıdan gördüğümüz Nusretiye Camii, değil mi?” dedim. “Evet” dedi. Gidip bir bakalım dedim. Ancak burası Nusretiye Camii değil, Kılıç Ali Paşa Camii imiş. Sonradan google mab’den baktık. Nusretiye de gerçekten ordaymış. Ama biraz daha ileride. Her neyse camiye girdik. Duamızı ettik, baktık inceledik kendimizce. Benim işim bitince ellerini açmış dua eden eşime “hadi gidelim” dedim. Çünkü daha fazla gecikmeden Eyüp Sultan’a gitmeyi planlamıştık. Ben farkında olmasam da daha yeni dua etmeye başlamış olan eşim öfkelendi, ayıptır söylemesi beni biraz fırçaladı. Küstü. Surat asması da cabası oldu.
Her neyse, biraz maceralı da olsa Eyüp Sultan’a vardık. Camiyi, türbeyi her neyse ziyaret ettik. Bu arada eşim sordu. “Dua ettin mi?” diye. Ben de “evet ettim” dedim. “Ne diledin?” diye sordu bu defa. Ben da “karım benimle barışsın diye dua ettim” dedim. Çok hoşuna gitti. Ebu Eyyûbi El-Ensarî kerametini oracıkta gösterdi. Eşimle arayı böylece düzelttim. Tabi gerçekten böyle bir dilekte bulunup bulunmadığımı lütfen sormayın.
Tabi huylu huyundan vazgeçmez. Burada da mezarlar ve mezar taşları dikkatimi çekti. Türk siyaset, kültür ve sanat hayatının çok sayıda önemli şahsiyeti burada yatıyor. Bunları tek tek ziyaret etmek çok zaman gerektiriyor. Bizim ise o kadar vaktimiz yoktu. Ama burada da türbenin girişindeki devasa mezar dikkatimi çekti. 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nın kumandanı Müşir Edhem Paşa’nın mezarı.
Bu kadar yeterlidir sanırım. Tarih talebeleri harabe ve mezarlık faresinden farksız oluyor maalesef. Onun için öncelikle dikkatimi çekenler bunlar. Başka bir zaman da başka şeyler üzerinden yazarım belki.